New York Times’ta yazılarını ve görüşlerini okumaktan büyük zevk aldığım, bence yaşayan en başarılı gazetecilerden Thomas Friedman’in podcast’ini dinlerken bunu yazmalıyım düşüncesi oluştu.
Friedman öyle sıradan bir köşe yazarı değil. Üç Pulitzer ödülüyle, Orta Doğu’nun tozunu yutmuş bir muhabir ve yorumcu. Kendini akademik bir deha gibi sunmuyor; zeki insanların fikirlerini birleştiren bir “meşe palamudu toplayıcısı” olduğunu söylüyor. Orta Doğu’da hayatta kalmanın en önemli derslerinden birinin de iyi dinlemek olduğunu anlatıyor. Bu alçakgönüllü tanım, belki de onu bu kadar etkili yapan şeyin ipucunu veriyor.
New York Times’ın “The Opinions” podcast’inde David Brooks’la sohbet ederken, içinde bulunduğumuz dönemi kendi deyimiyle “The Polycene” yani “çoklu çağ” olarak tarif ediyor. Eski dünya düzenini anlatırken kullandığı benzetme akılda kalıcı. Friedman’a göre eskiden dünya, Kissinger’ın diplomasisine benzerdi. Cebinizde birkaç jeton olur, birkaç lideri arar, sınırlı sayıda hamleyle işi bağlardınız. Oyun, X-O-X kadar basit olmasa bile mantığı anlaşılırdı.
Bugün ise tablo değişti. Bir dışişleri bakanı herhangi bir başkente gittiğinde karşısında tek bir devlet, tek bir muhatap, tek bir komuta zinciri bulamıyor. Örgütler var, milis ağları var, şirketler var, devlet dışı aktörler var. Gücün dolaşımı daha parçalı, daha çok katmanlı ve daha öngörülemez. Bu yüzden Friedman, bugünün dünyasını X-O-X değil, çözmesi gittikçe zorlaşan bir Rubik Küpü gibi görüyor. Her yüzü çevirdiğinizde başka bir yüz bozuluyor.
Friedman’ın beni en çok düşündüren bölümlerinden biri, “üçüncü iç savaş” dediği toplumsal gerilimi açıklama biçimi oldu. Ona göre insanların “home” yani ev hissi zayıflıyor. Ev dediği şey yalnızca bir adres değil; aidiyet, tanıdıklık, güven ve “buraya aitim” duygusu. Bu duyguyu bozan üç güçlü akım var.
Birincisi demografi. Mahalle değişiyor, şehir değişiyor, ülke değişiyor ve bu değişim bazı insanlara “tanıdık olan her şey elimden gidiyor” hissi veriyor.
İkincisi hız. Teknoloji ve hayat temposu baş döndürücü şekilde artıyor. İnsan zihni ve kurumlar, bu hızın gerisinde kalınca bir tür savrulma başlıyor.
Üçüncüsü fiyat. Özellikle konut, eğitim ve gündelik yaşam maliyetleri, genç kuşaklar için erişilmez hale geldikçe “bu ülkede bir gelecek kurabilir miyim” sorusu büyüyor.
Friedman’a göre insanlar “Burası artık benim evim gibi hissettirmiyor” dediği anda, siyasetin dili de sertleşiyor. O noktada popülist liderler, karmaşık problemlere basit cevaplar vaat ederek, insanlara tekrar “evde” oldukları duygusunu satabiliyor.
Teknoloji kısmında ise Friedman’ın yapay zekâ benzetmesi gerçekten güçlü. Bilginin tarihini üç hâl üzerinden anlatıyor. Matbaa öncesi bilgi buz gibiydi, sabitti, ağırdı, yer değiştirmezdi. Bilgisayarlarla bilgi su oldu; akmaya, hızlanmaya, dolaşmaya başladı. Yapay zekâ ile birlikte bilgi buhar hâline geldi; her yere sızıyor. Gözlüğe, saate, eve, iş yerine, gündelik hayatın görünmez katmanlarına karışıyor. Buhar nereye sızarsa orada iz bırakıyor.
Bu kadar yaygın ve görünmez bir gücün içinde yaşarken, Friedman’ın altını çizdiği şey şu: Teknolojik yarışın kendisi kadar, etik pusulanın ve kurumların sağlamlığının da belirleyici olacağı bir döneme giriyoruz. Bir başka ifadeyle, çocukken öğrendiğimiz temel ahlak dersleri, artık yalnızca “iyi insan olma” meselesi değil; sistemin ayakta kalma meselesi.
Peki çıkış yolu ne. Friedman, siyasetin uçlara savrulduğu yerde “hem o hem bu” yaklaşımını öneriyor. Hem sınır güvenliği, hem yasal göç kanalları. Hem güvenlik, hem özgürlük. Hem inovasyon, hem toplumsal dayanıklılık. Onun diliyle, tek bir doğruya saplanmak yerine, birbirini dengeleyen doğruları birlikte yürütmek.
Sohbetin sonunda dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Bu dönüşümün yönetilebilir olup olmayacağını belirleyecek şey, kurumların dayanıklılığı. Mahkemeler ve kamu kurumları güçlü kalırsa bu dönüşüm yönetilebilir; kurumlar zayıflarsa toparlanmak çok daha güçleşir.